Hangi kelimelerle anlatılabilir ki acının tarifi, hangi kelimeye sığar boğazdaki o düğüm, hangi kelimeler geri getirebilir ki gidenleri. Dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım bugün size Hatay’ı?
Tarih 05.03.2025. İşim gereğince depremden tam 2 yıl sonra Hatay’ı ziyaret ettim. İçimde farklı duygular vardı. Çünkü gitmeden önce depremden önceki haliyle çekilen gezi, belgesel ve diğer vlogları izlemiştim Hatayın. Zaten acısı hala yüreğimdeydi çünkü bir kaç hafta önce tekrar anmıştık depremde hayatını kaybeden insanlarımızı. Yerle bir olan sadece evler değil hayatlardı. Ve bir daha gelmeyecekti o gidenler. O gece son uykuları idi bi çoğunun ve ebediyete uğurladık sabaha karşı onları. Ertesi günün planları kurulurken o akşam son bir defa sevdiklerine “iyi geceler” dediğinin farkında bile değildi herkes.
Giderken Adana üzerinden Dörtyol>İskenderun>Belen>Antakya hattı üzerinden gittim. Üç Şeritli güzel ve düz yol yani otoban İskenderuna kadar gitse de esas işkence ondan sonra başlıyordu. Belen, Amanos dağlarının hemen hemen zirvelerine kurulmuş ufak bir ilçe idi. Dağın yamaçlarına kurulan bu ilçeyi geçmek zordu çünkü şehrin içinden geçen yolda trafik ışıkları trafik olmayacak yerde trafik yoğunluğu oluşturuyordu. Neyse Amanos dağlarını tırmandıktan sonra zirvede Amik Ovasının muhteşem manzarası karşıladı beni. Arkamda kalan akdenizin maviliğinden sonra önümde de yeşil bir deniz gibi seriliyordu amik ovası. Bozuk ve kötü yollardan aşağıya amik ovasına indikten sonra yaklaşık 30-35 dakika sonra Antakya merkeze varmıştım.
Haberlerde TV den görünen çöken evleri gerçek gözlerle görmek daha acı verici olduğu kesin. Çünkü evde yattığın yerden kanepeden/koltuktan izlemek kolaydı. O tozun toprağın içinde ayağına dolanan inşaat beton tuğla parçalarının arasında yürümek hiç de kolay değil. Ve bu manzaranın 2 yıldır orda yaşamak zorunda kalan evini barkını kaybetmiş, gidecek yeri olmayan insanların her gün yaşaması insanın her türlü zorluğa göğüs gerebildiğinin göstergesiydi.
Van depreminden 2 yıl sonra gittiğim vanda konteynerde kaldığım çalıştığım günler haftalar aylar oldu. O zorluğu bir nebze olsun anlarım. Temiz suyun, duş almanın kıymetini ve evimizdeki bir sürü konfor alanımız olduğunu orda görmüş oldum. İnsan elindekilerin kıymetini kaybedince anlıyor, anladım. Şimdi hala konteyner kentlerde kalan vatandaşlarımızı orda boğazımın düğümü ile öylece izledim.
Yanıma gelen “samet” ile “barış” adındaki iki çocuğun “abi suyunuz var mı?” sorusunda çocukluğuma bir an gidip geldim: çocukken sokakta top oynarken oyun bölünmesin diye eve çıkmamak için susayıp komşu teyzeden su istediğim günler geldi aklıma ve yanımdaki son suyumu verdim ancak ikisine birden az geleceği için son paramı da onlara verdim. “Gidin marketten hem su hemde güzel bir top alın” deyip geçip gittim o konteyner kentin yanından.
Antakyanın çok kozmopolit bir yer olduğunu tüm semavi dinlerin kardeşçe yaşadığı ve tüm semavi dinlerin ortak kültür miraslarının olduğunu biliyordum. İlk olarak Habibi Neccar Camisine gittim, tabiki de cami depremde yıkılmış restorasyon ve yeniden aslına uygun inşasına devam ediliyordu.
Yazımın başında dediğim gibi buraya gelmeden önce “eski hatay”ın videolarını izlemiştim, o izlediğim neredeyse hiçbir şey ayakta değildi. Belkide o videolardaki arka planda yoldan gelip geçen insanların da bir çoğu şu an hayatta değillerdi. Sokaklar, camiler, kiliseler, sinagoglar, tarihi evler, ve bir sürü insanın hayatını kaybettiği o evlerin yerle bir olduğunu görmek, ve oralarda yaşananların bir daha gelmeyeceği düşüncesi ile hemen telefona sarıldım ailemi aradım.
Hayat gelip geçici, depremler, afetler ve diğer bir sürü sebepler bizi sevdiklerimizden ayırabiliyor. Sevdiklerinize seni seviyorum deyin. Kıracak üzecek şeyler yapmayın söylemeyin. Tüm dinler de bunu söyler. Bu depremde bizi bunu söyledi. Güzelliklerin sizlere gelmesi dileğiyle. Hoşçakalın.